Gelmiş Geçmiş En İyi Kıyamet Filmleri

Dünya, kıyamet günlerinin eşiğinde bir dönemden geçmektedir. İnsanlar, ayırt etmeksizin kamplara yerleştirilmekte ve üzerlerindeki işaretlerle sürekli izlenmektedir. Bu süreçte dünya köklü bir değişim yaşamış, insanlık da bu değişimden nasibini alarak adalet duygusunu yitirmiştir. Bir damla suyun bile hayati bir öneme sahip olduğu bu dönemde, insanlar su için birbirlerini düşünmeden öldürebilmektedir. Bir gün, tüm umutlarının bağlı olduğu bir rivayeti duyan iki kız kardeş, kendilerini ve tüm insanları kurtarma arayışına gireceklerdir. Bu amaçla bir geminin peşine düşen kardeşler, beklenmedik zorluklarla dolu bir mücadelenin içine sürükleneceklerdir.

Dünyanın ve insanlığın giderek çürümeye yüz tuttuğu bir dönemde, Tanrı, insanlara olan umudunu tamamen yitirmiş ve kıyameti başlatma kararı almıştır. Bu kararın ardından, kıyametin habercisi olan Başmelek Mikail’i yeryüzüne gönderen Tanrı, onunla birlikte kıyameti gerçekleştirmek için bir grup melek lejyonunu da insanlığın üzerine salmıştır. Bu sırada, olan bitenden habersiz bir grup yabancı, çölde bulunan restoranlarında yemeklerini keyifle yerken, kısa süre içinde kendilerini son derece tehlikeli bir durumun içinde bulacaklardır. Çünkü onlara doğru yaklaşan melek lejyonu, kıyameti getirmek için yola çıkmıştır.

Dünya, ardı ardına yaşanan sayısız küresel felaketin ardından, insanlık için yaşanmaz bir hale gelmiştir. Bu felaketler sırasında hayatta kalmayı başaran az sayıda insan, uzay gemileri aracılığıyla Kepler 209 gezegenine ulaşmayı başarmıştır. Ancak, bu gezegenin başlangıçta yaşanabilir olduğu düşünülen atmosferinin, insanları kısırlaştırdığı kısa süre içinde anlaşılmıştır. Şimdi, bu insanlar, dünyaya geri dönüp dönemeyeceklerini kontrol edebilmek için bir grup astronotu uzay kapsülüyle geri göndermeye karar vermiştir. Fakat, uzay kapsülünün bir kaza sonucu düşmesiyle birlikte, içlerinden yalnızca Blake adındaki astronot hayatta kalmayı başarmıştır. Bu durum, tüm insanlığın geleceği açısından kritik bir dönüm noktasıdır. Blake’in hayatta kalması, insanlığın kaderini belirleyecek bir umudun simgesi haline gelmiştir. Şimdi, onun elinde, insanlığın yeniden doğuşu için bir fırsat bulunmaktadır.

Gelecekte, dünya üzerindeki doğal kaynakların hızla azalması, hem gezegenin hem de insanlığın güvenliğini tehdit eden bir durum haline gelmiştir. Bu bağlamda, bilim insanları insanların sentetik bir çevrede daha uyumlu bir şekilde yaşamalarını sağlamak amacıyla çeşitli projeler geliştirmeye başlamıştır. "Transhümanizm" olarak adlandırılan bu girişimler, bazı bireyler tarafından faydalı bir yenilik olarak değerlendirilirken, diğer bir kesim bunun insanlık için daha çok zarar getireceğine inanmaktadır. Hızlandırılmış evrim sendromunu ilk destekleyenlerden biri olan Saul Tenser, ortağı Caprice ile birlikte bu karmaşık durumun ardındaki karanlık gerçekleri ortaya çıkarmak için bir araştırma sürecine girmiştir. Tenser ve Caprice, transhümanizmin sunduğu olanakların yanı sıra, bu süreçte gizli kalmış tehlikeleri de gün yüzüne çıkarmayı hedeflemektedir.

Bir gün, Mars’ın yörüngesinde bulunan gizemli bir siyah küre keşfedildi. Bilim insanları, bu esrarengiz nesnenin ne olduğunu anlamak için acilen bir ekip göndermeye karar verdiler. Altı kişilik bir mürettebat, Mars’a iniş yapmak üzere yola çıkmadan önce sekiz aylık bir kış uykusuna yattı. Uyanmalarının ardından, görevlerini yerine getirmek için Mars’a indiler. Ancak, keşfedecekleri tek şey, kürenin sadece “Deus” kelimesini iletmesi olacaktı. Mars’a iniş yaptıktan sonra, mürettebat üyeleri, siyah küreyi incelemek için hazırlıklarını tamamladılar. Ancak, bu gizemli nesne, beklenmedik bir şekilde sadece bir kelime ile sınırlıydı. Bilim insanları, bu durum karşısında hayal kırıklığına uğradılar. Kürenin içindeki anlamı çözmek için çeşitli teoriler geliştirmeye çalıştılar, fakat sonuçlar her seferinde aynı kelimeye geri dönüyordu: “Deus”. Mürettebat, bu durumun ardındaki gerçeği anlamak için çabalarını iki katına çıkardı. Ancak, Mars’ın soğuk ve zorlu koşulları, araştırmalarını zorlaştırıyordu. Her geçen gün, kürenin gizemini çözme umudu azalırken, bilim insanları bu durumu daha derinlemesine incelemek için yeni stratejiler geliştirmeye çalıştılar. Fakat, siyah küre hala sessizliğini koruyordu ve sadece “Deus” kelimesini tekrarlamaktan öteye gidemedi. Sonuç olarak, Mars’a yapılan bu keşif, bilim dünyasında büyük bir merak uyandırdı. Ancak, mürettebatın karşılaştığı bu esrarengiz durum, insanlığın evrendeki yerini sorgulamasına neden oldu. Siyah küre, sadece bir nesne değil, aynı zamanda bilinmeyenin ve insanlığın sınırlarının ne kadar ötesinde olduğunun bir sembolü haline geldi.

Nick Simon, uzun bir süre boyunca soğuk kalan ilişkilerinin ardından, babasının vefat ettiğini öğrenince derin bir üzüntüye kapılır. Eski ve değerli eşyalar uzmanı olan babasının küçük mülküne geri dönmeye karar veren Nick, burada geçmişle yüzleşmek zorunda kalacaktır. Ancak, babasının geride bıraktığı eşyaları incelerken, farkında olmadan son derece gizemli bir bulguya ulaşır. Bu keşif, aynı zamanda kıyamet günü çağrısını da tetiklemiştir. Nick, babasının mirası olan bu cihazın çalınmasıyla birlikte, dünya genelinde birçok ölümcül felaketin patlak verdiği bir dönemde, cihazı bulmak zorunda kalır. Zaman hızla geçerken, Nick’in önünde büyük bir sorumluluk vardır: Kıyameti önlemek için ne gerekiyorsa yapmalıdır. Bu süreçte, hem geçmişiyle hem de geleceğiyle yüzleşmek zorunda kalacak, hayatının en zorlu mücadelesine girişecektir.

T-Virus’un yok olduğu düşünülse de, bir yeraltı laboratuvarının üstünde tuhaf olaylar patlak vermeye başlamıştır. Bu laboratuvarın bulunduğu şehirde yaşayan insanların zombilere dönüştüğünü öğrenen Alice, bir şekilde kendini bu laboratuvarın içinde bulur. Gözlerini açtığında, etrafında gelişen olayların korkutucu boyutlara ulaştığını fark eder. Alice, hem laboratuvardan kaçmaya hem de üstündeki zombilerden kurtulmaya çalışırken, geçmişten tanıdığı bir arkadaşıyla karşılaşır. Ancak, her şeyin sona erdiğini düşündüğü anlarda, aslında tehlikenin daha yeni başladığını anlar. Bu süreç, onun için hayatta kalma mücadelesinin çok daha karmaşık bir hal almasına neden olacaktır.

Son zamanlarda Kanada'da meydana gelen gizemli jeolojik sarsıntılar, ülkenin dört bir yanını etkisi altına almış durumda. Birçok kişi bu sarsıntıları sıradan depremler olarak değerlendirse de, bu olayların giderek artan bir şiddetle devam etmesi ve potansiyel olarak dünyayı tehdit eden boyutlara ulaşması, yetkilileri harekete geçmeye zorladı. Sarsıntıları durdurmak için acil önlemler almak amacıyla çalışmalar başlatıldı. Bu süreçte, geçmişte bir yazarın bu tür felaketleri ele aldığına dair bilgiler ortaya çıktı. Yetkililer, tüm dünya yok olmadan önce bu yazarın bilgisine ve deneyimine başvurmak zorunda olduklarını fark ettiler. Yazarın eserleri, belki de bu sarsıntıların nedenlerini ve çözüm yollarını anlamalarına yardımcı olabilecekti.

Amerika'nın birçok eyaletinde, kimsenin tam olarak anlam veremediği ve nedenini bile bilmediği gizemli ölümler meydana gelmektedir. İnsanların önce tuhaf davranışlar sergilemesi ve ardından hayatlarını kaybetmesi, bir şeylerin kesinlikle ters gittiğini fark eden Elliot Moore adındaki bir lise öğretmenini harekete geçirir. Elliot, insanların hayatlarını kurtarabilmek için kalabalıklardan uzaklaşıp kırsal bir bölgeye ulaşmaya çalışmaktadır. Ancak, insanlardan uzaklaşmanın bu ölümleri durdurabileceğini düşünse de, kısa süre içinde bu ölümlere neden olan şeyden kaçmanın imkansız olduğunu keşfedecektir.

Dünya, günümüzde son derece zorlayıcı bir dönemden geçiyor ve insanlar her geçen gün daha da çetin koşullarla yüzleşmek zorunda kalıyor. Gezegende su ve diğer doğal kaynaklar neredeyse tükenmiş durumda; bilim insanları, insanlığın Dünya üzerindeki varlığının sona ermekte olduğunun farkına varmış durumda. Bu süreçte, insanlığın başka bir gezegende yaşam sürdürebilme ihtimalini araştıran bilim insanları, bir gün eski astronot Cooper’a bir teklif götürecekler. Eski günlerini özlemle anan Cooper, bu teklifi geri çeviremeyecek ve zamanla yaptığı tercihten büyük bir pişmanlık duyacaktır.